İslâm usûl ilmine göre bilginin başlıca üç kaynağı vardır: Beş duyu (havâss-ı selime), akıl ve sadık (doğru) haber. Beş duyu bize eşyanın maddî özelliklerini tanıtır.Akıl; sezgi, tecrübe, istidlal(tümevarım-tümdengelim-anoloji) yollarıyla bilgi üretir. Bu bilgi beşeridir. Sadık haberin kaynağı ise Kur’an ve sünnettir. Vahiy yoluyla Allah’ın peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ ettiği bilgidir. Vahyin peygamber dışındaki insanlara (velilere) mahsus olan çeşidine ilham denir ki bunun öznel (sübjektif) bir bilgi kaynağı olduğu kabul edilmiştir. Vahyin çizdiği ilkeler ışığında akıl yoluyla ulaşılan sonuçlar, “İslâm iktisadı”nm usûlü ve kaynakları hususunda bize malzeme sağlayacaktır.
Beş duyu kaynaklı bilginin evrenselliği
de evrenin izafiliği ile sınırlıdır. Zira bir bütün olan hayat içersinde bizim idrak edebildiğimiz, ancak sınırlı bir alandır. Ölüm sonrası için ise müsbet veya menfi inançlar vardır: “Onlar bu dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler. Ahiretten ise haberdar değildirler. Kendileri üzerinde düşünmezler mi? Allah o gökleri, o yeri ve ikisinin arasında bulunan şeyleri hakikatin gerçekleşmesi için ve tesbit edilmiş bir vade ile yaratmıştır. Fakat insanların çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar” (Rum, 30/7-8).
“islâm iktisadını” incelerken kullandığımız usûl esas olarak vahiyden kaynaklanan ilkelere dayanmalıdır. Bunun dışında kalan hususlar zaman ve mekana göre değişirler. Bir zamanlar uygulanan hususlar tecrübe birikimini oluştururlar ve günümüzün meselelerine çözüm aramada bize, bağlayıcı olmadan, yardımcı olurlar.
İslâm bir yandan şahsiyetçi bir tutumla fertlerin olgunlaşmasını, ahlâk ve faziletlere sahip olmasını ileri sürerken, bir yandan da onları cemaatin hizmetine sunarak barış dünyasının gerçekleştirilmesini hedef alır. Karşılıksız, sırf Allah rızası için birbirini sevmeye, yardımlaşmaya teşvik eder. Koyduğu hukuk ilkelerini de insan ruhunun derinliklerinde mevcut olan bu huzur kaynağı hasletlere bağlar. Diğer taraftan ruhu maddenin tasallutundan kurtarmak için iktisadî hayatı düzenleyecek ana kaideler koyar. Bütün bunları kudretli bir devletle teminat altına alırken içtihat, kıyas, icmâ’, istihsân, örf ve âdet gibi hukukî müesseselerle bu ana ilkeler yığında zaman ve mekâna göre değişen talî kaideler tesbit eder.
Kaynaklar aynı zamanda fıkıh ilminin de kaynaklarıdır. Fıkıh, kelime olarak anlamak demektir. Fıkhın ıstılahı anlamı ikinci plandadır. Dolayısıyla, öncelikle yapmak zorunda olduğumuz şey, İslâmı anlamaya çalışmaktır. Ancak bu şekilde ”İslâm iktisadı”nı islâm’ın bütünlüğü içersinde ele alabiliriz.
A. UMUMİ KAYNAKLAR (ASLÎ DELİLLER)
Klasik tasnife göre şer’i hükümlerin çıkarıldığı umumi kaynaklar Kitap, Sünnet, icmâ’ ve kıyastır. Bunlar bütün İslâmî ilimlerin temel kaynaklandır. İslâm usûl bilgisinde, kaynak “delil” ıstılahı ile karşılanmaktadır. Bu dört kaynağa asli deliller denir. Bunlardan Kitap ve sünnet temel, icmâ’ ve kıyas ise tamamlayıcı kaynaklardır. Çağdaş yaklaşımda Kitap ve Sünnet temel kaynaklar olarak yer alırken Akıl başlığı altında icmâ’, kıyas ve diğer ikinci derecede deliller ele alınmaktadır.
1.Kitap
İslâmî ıstılah olarak kitaptan kastedilen Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an hayatın ve insanın yaratıcısı olan Allah tarafından Hz. Muhammed’e(s.a) vahyedilmiştir. O’na bütün şer’i delillerin de aslı olduğu için aslü’l-usûl (asılların aslı), denilmiştir. Kur’an, İslâmî hükümlerin kaynağıdır. Diğer kaynaklar Kur’an’ın yorumlanmasıyla ortaya çıkmışlardır ve netice itibariyle Kur’an sisteminin bütünlüğünde yerlerini alırlar. Kur’an’dan hüküm çıkarma ise (içtihat) özel bir eğitim, bilgi ve kabiliyet gerektirmektedir.
2.Sünnet
Hz. Muhammed (s.a)in söz, fiil ve takrir (olayların herhangi bir söz veya fiilî sükut ile karşılanması) leridir.1 Sünneti daha geniş anlamda “Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı anlama, yorumlama ve uygulama yolu” olarak ele alabiliriz.
Sünnet, tam veya yarı bağlayıcı olan veya olmayan unsurları kapsamaktadır. Bunlar Hz.Peygamber’in bir takım davranışların caiz (yapılabilir) olduğunu gösteren sözlü veya fiilî açıklamaları; örnek alınması daha iyi olan kendine mahsus davranışları ile beşeri ve alelade işleridir. Hadis ve hadis usûlü ilimleri, sünnet konusunda malzeme ve yöntem sağlayan ilimlerdir. Kitap ve sünnetin kesin hüküm ifade eden ibarelerine nass denir.
3.İcmâ’
Mesele çözümü için Kur’an ve Sünnet’in lafız, mana ve ruhuna başvurmak, İslâm usûl bilgisinin temel Özelliğidir.2 Yorumların bu paradigma veya atıf çerçevesi içinde olması hedeflenir.
İcmâ’, belirli bir zaman ve mekanda, belirli bir konu üzerinde uzmanların (müçtehidlerin) ittifak etmeleridir. İcmâ’nın nassa aykırı olmaması gerekir.3
4.Kıyas
Hakkında nass bulunmayan bir hususta aralarındaki illet benzerliğinden dolayı, hakkında nass bulunan bir hususun hükmünü geçerli kılmaktır. İlletten kasıt, hükmün üzerine bina edildiği müşterek sebeptir.
Kıyas özel durumlarda söz konusudur. Mesela, hamr (alkollü içki) haram kılınmıştır. Haram kılınmasının illeti, sekr yani sarhoşluğa sebep olması, aklı zaafa uğratmasıdır. O halde, eroin gibi sekr veren (aklı zaafa uğratan) şeyler de haram olacaktır. Kıyas delilini kullanırken, özellikle illetin tespiti titiz bir çalışmayı gerektirmektedir. 4
B. HUSUSÎ KAYNAKLAR (FER’İ DELİLLER)
Bu kaynaklar “İslâm iktisadı’nın” önemli bir kısmını teşkil eden fıkıh ilminde kullanılmaktadırlar. Aslî delillerde lafzî hüküm bulunmadığı zaman bu delillere başvurulur ki Kitap veya Sünnet’te bunlara açık veya zımnî işaretler bulunmaktadır. Kaldı ki, icmâ’ ve kıyasla birlikte bunlar, meseleleri çözmede temel mantık kuralları gibi görülmektedir.
1. Örf ve âdet (teamül)
Örf ve âdet, bilinen ve iyi karşılanan gelenektir. Kur’an’da örf ile emredilmesi istenmiştir.5 Burada örften kastedilen, büyük bir ihtimalle, iyi davranış ve geleneklerdir. Bu, Kur’an’a aykırı düşmemek şartıyla şer’i bir delil olarak kabul edilir.
Özellikle Hanefi mezhebinde ‘teamül hukuku’ önemli bir yere sahiptir. Buna göre, bir meselede şer’i hükmü tesbit etmek için, örf ve âdet hakem kılınır ve delil olarak kabul edilir. Örf ve âdetin yasakladığı şey, hakikaten yasak gibidir.
Örf ve âdet, ilkelerin yorumlanmasında yerelliği ve zaman faktörünü etkili olarak Ön plana çıkarır. Nassa apaçık bir şekilde karşı olmamak şartıyla, nassın bulunmadığı yerde onun yerine geçerler. Özellikle toplumsal ve iktisadî uygulamalarda mahallî gelenekler ve uygulamalar esastır.6
İmâm Malik’e göre, Medine halkının örfü Hz.Peygamberin tasvibine mazhar olduğundan, ayrı bir delil sayılmalıdır. Diğer mezhepler de Peygamber devri Medine halkının örf, adet ve teamüllerine öncelik tanırlar. Şafiler örfü sınırlı bir şekilde kullanırlar.
Bu delil sonraki İslâm devletlerinde, özellikle Osmanlılarda, gelenekçilik olarak belirginleşmiştir.
2. İstihsân
Buna ‘kamu yararı’ diyebiliriz. Serahsî gibi fakihlerin tanımıyla ‘kolaylığı sağlamak, güçlüğü terketmek’ anlayışıdır.7 Teknik olarak istihsân, daha güçlü bir delille karşılaşıldığı için zahiri kıyası terkedip gizli kıyası tatbik etmeye denir.
İstihsânın kaynağı, genellikle zorunlu ihtiyaçlar yani zaruretlerdir. Bunlar dikkate alınmadığında toplumsal bir zarar ortaya çıkar. Kamu yararı (menfaat ve maslahatı) bunların dikkate alınmasını gerektirir ki şeriatın amaçlarından biri de maslahatı gerçekleştirmektir.
Tercih edilmesi gereken ve zaruretin kaynağını oluşturan maslahat daha kolay ve faydalı olan şeydir. Zaruretler yasak olan şeyleri de mubah kılarlar. Kendileriyle sınırlıdırlar ve genelleştirilemezler. Sadece ilgili konuda kamunun zarara uğratılmaması amaçlanır.
Zaruretin ortadan kalkmasıyla bunun gerektirdiği olağanüstü durum da ortadan kalkar. Eğer zaruret bir engeli ortadan kaldırmışsa zaruretin giderilmesiyle bu engel geri döner.
3. İstislâh
Bu kaynak istihsândan daha kapsamlıdır. “Kolaylığı sağlamak, güçlüğü terketmek” ilkesinin daha geniş bir yorumudur. Sadece zaruretlerin değil bütün maslahatların gereğinin yapılmasını ifade eder.
Halkın ruh ve beden sağlığının, malının ve canının korunması gibi bizzat şeriat tarafından esas kabul edilen maslahatların yerine getirilmesi öncelikle şarttır. Meşru olmayan ticâretten elde edilen kazanç gibi şeriatın reddettiği maslahatlar ise sosyal zarar oluşturacakları gerekçesiyle engellenirler. Bunun dışında kalan maslahatlar şeriat tarafından kabul edilmiştir. Bunların yerine getirilmesi ilke olarak gerekli görülmüştür.
İslâm’da zararların ve zorluklamı giderilmesi ve kolaylıkların celbedilmesi esastır. Bu da maslahat içersinde yer alır. Sosyal zarar ile ferdî zarar karşılaştığında ferdî zarar tercih edilir.8
Hz. Ömer’in müellefe-i kulûb’a, ilgili zaruretin geçici olarak ortadan kalktığı gerekçesiyle, zekât paylarını vermemesi 9 ve bir kıtlık yılında hırsızlık yapanın elini kesmemesi istislaha örnek olarak verilmektedir.
4.İstishâb
Evvelce var olduğu bilinen bir şeyi aykırı bir delil bulunmadıkça geçerli saymaktır. Bu, İslâmın gelenekçi yönünü ortaya koyar. Yine fıkha göre, evvelce varlığı kesinlikle bilinen şeyin şüphe ile zail olması mümkün değildir. Kazanılmış meşru hakların korunması da esastır.
Bir şeyin bulunduğu hal üzerine kalması asıldır. Hiç kimse doğuştan hukukî ve malî bir mükellefiyet altında değildir. Bir zamanda sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça o şeyin devamına hükmolunur. Yalnız bu tür gelenekler zulüm ve zarar kaynağı iseler, mutlaka değiştirilmelidirler.
İstishâb’a, Kitab ve Sünnet ile yasaklanmayan bir şeyin meşru ve caiz olduğu (aslu’l-ibahe) hususunu da ilave edebiliriz. Böylece İslâm ilkelerine aykırı olmayan her türlü hukukî görüşler, kanunlar, evvelce belirtildiği gibi Örf, adet ve teamüller îslâm’ın içersindedirler.
Bu kısma şunu misal verebiliriz: Hz. Ömer, İran fethedildikten sonra, mahalli memurlardan ziraat gelirleri hakkındaki eski uygulamaların, aşırı olanlar müstesna, geçerliliklerini korumasını istemişti, Yine Bizans ve iran kaynaklı para, mâliye ve idare kurumlarının İslâm döneminde de yumuşak bir geçiş süreci içersinde geçerli olmaları aynı mantığa dayanır.
5.Mütekabiliyet (Karşılıklılık)
Özellikle dış siyaset ve ticâret konularında uygulanmıştır. Mesela, Hz. Ömer İslâm ülkesine mal getiren yabancı tüccarlar için ilgiliye “Bu yabancıların mensup olduğu devlet, kendi ülkesine giren tebamıza nasıl muamele ediyorsa, o şekilde hareket et. Bu yabancı tacirlerden, onların tebamızdan aldıkları gümrük nisbetinde vergi al. Eğer böyle bir vergi yoksa mal üzerinden % 10 gümrük vergisi al” demişti. Şüphesiz bu ilke bağlayıcı değil, yol göstericidir.
6.Devletinin çıkardığı mevzuat
Devletin çıkardığı mevzuata uyulması, her hukuk sisteminin kabul ettiği bir ilkedir. Dolayısıyla bunlar, yürürlükte kaldıkları sürece bağlayıcıdırlar, yürürlükten kalktıklarında da, İslâm hukukunun da bağlayıcı olmayan kaynaklarındandır.
7.Sahabe kavli
Hz.Peygamber’in arkadaşlarının ileri sürdükleri görüşlerin Hz.Peygamber’den alınmış olabileceği ihtimali, bunların bazı fakihlerce delil kabul edilmesine yol açmıştır. Fakat bazı fakihler de bunları öncelikli kabul etmemişlerdir.
8.İslâm’dan önceki semavi dinler
İslâm’dan önceki şeriatlerin hükümlerinden İslâm tarafından ortadan kaldırılmayanları da delil olarak kabul edilirler. Zaten bunlar da Kitap ve Sünnet tarafından belirtilip geçerlilikleri korunmuştur. Bir kısmı da örf niteliğinde olabilir.
C. İÇTİHAD
İçtihat kelime olarak çalışmak, zor bir işi başarmak için bütün gücü sarfetmek demektir. Fıkıh usûlü ıstılahı olarak içtihat, hususî ve muayyen delillerden seri hüküm çıkarmak için bütün gücü sarfetmektir. Bu delilleri yukarda açıklamaya çalıştık. İçtihat yapmaya ilmen, ahlaken ve zihnen selahiyetli olan kimseye müetehid denir. Nass ile sabit olan hususlar, özellikle itikadi konular, içtihat sahasının dışındadır.
İçtihat yapabilmek için ilgili konuları bilmek, Arapçaya hakkıyla vakıf olmak, fıkıh usûlünde uzmanlaşmak, hangi konularda icmâ’ edilmiş olduğunu bilmek ve geçmiş müctehidlerin çalışmalarını değerlendirmek gerekir. Bunlar yanında, delillerin ruh ve manasına nüfuz edebilecek zeka ve tefekkür kabiliyetine ihtiyaç vardır.
İçtihat, Kur’an ve hadis’in hüküm getirmediği veya yoruma açık bıraktığı konularda yapılabilir.10
İslâm bilginlerinin çoğuna göre, bir müçtehid kısmi içtihatlar yapabilir, bazı konularda başkalarının görüşlerine uyabilir. Yine bilginlerin ortak kanaatine göre, müçtehid yetişmeyen bir zamanda yaşayan bütün müslümanlar sorumlu ve günahkar olurlar.
İslama göre ilimle ahlâk birbirini tamamlarlar. Bildiğini tatbik etmeyen, (ilmiyle âmil olmayan) bilginlerin çalışmaları büyük değer taşımaz. Usûlcüler arasında adalet olarak kabul edilen ve kişinin İslâmı yaşaması demek olan sıfat, içtihatın şartlarındandır.
Alimlerin uzman oldukları konularda, bizzat Hz.Peygamber tarafından çok büyük değer atfedilen ve yürürlük kabiliyeti taşıyan fikir üretmeleri, İslâmın hareketliliğini ve her çağda uygulanabilirliğini sağlar. Kur’an ve Sünnet’i yorumlamaya dayanan bu disiplinli ve fakat hür olan çalışmalar, değişik mezhep ve görüşler doğurmuştur.
İçtihat yeni bir hüküm getirmektir ve kaynakları yukarda belirttiğimiz delillerdir. Önceden verilen bir hükmü değişik ve yeni şartlara uyarlamak ve uygulamak içtihat değil tatbîktir ve içtihat seviyesinde olmayan alimler de bunu yapabilirler.
D. TASAVVUF ve AHLAK
Şimdiye kadar, usûl meselesinin maddî ve hukukî çerçevesini çizmeye çalıştık. Bununla, ‘”İslâm iktisadı'”nın İslâmın bütünlüğü içersinde yerini tayin bakımından ilk adımı atmış bulunuyoruz.
Değişik meşrep ve mizaçlara sahip olan insana İslâm çerçevesinde yer arayan düşünce ve hareket sistemi olan tasavvuf, iktisadımızın kaynaklarındandır. İlkelerini Kur’an’da ve örneklerini Hz.Peygamber ve ashabında bulduğumuz tasavvuf, “İslâm iktisadı”nın öznesini teşkil eden insan tipinin tayin ve dünya görüşünün tesbit edilmesinde bize yol gösterecektir. İslâm tasavvufu, ahlâkî ve ruhi derinleşmeyi hedef alırken hayatla ilişkisini kesmemiştir. Aksine, Hz.Peygamber döneminden beri eğittiği insanlar aracılığıyla, maddeyle İslâm’a özgü bir münasebet kurmuştur. Bunun sonucunda, içtimaî hayatı düzenleyici karakteriyle de, fütüvvet-ahilik-esnaf gibi, kurumların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Yanlış anlayış ve uygulamaların, İslâm tasavvuru hakkında yanlış düşüncelere yol açmaması gerekir. Bu tür gerekçelerle tasavvufun dışlanması İslâmın özgünlüğünü yokettiği gibi, İslâm’ın kapitalizmin türevi olarak algılanmasının ve bir tür “İslâm protestanlığı” ve “İslâm kalvinizmi” oluşmasının sebeplerinden birisidir.
İslâm temelde bir iman, dolayısıyla gönül meselesidir. Bazı müslümanların üç boyutu aşıp tasavvufa ulaşamaması, İslâmın farklılığını ve çekiciliğini, dolayısıyla insanlığa bir ümit kaynağı olma özelliğini kaybetmesine yol açmaktadır. Tasavvuf bize, insanın maddî ilişkilerinde etkin bir rol sunabilmesinden öte, üç boyutu aşan bir gaye, bir yaşama sevinci, bir sonsuzluk ümidi taşımaktadır.
İslâm hukuku ve iktisadı, İslâm ahlâkının tamamlayıcı bir unsurudur. Zira “İslâm güzel ahlâktır11” İslâm, sadece medeni bir nizam kurmakla kalmamış; aynı zamanda, insan inşa etmiştir. İslâm’ın asıl kalıcı yönü de burası olmalıdır. Siyasî ve iktisadî çöküş dönemlerinde bile İslâm eğer varlığını devam ettirebilmişse, bu, eğitilmiş insan unsurundan dolayıdır. İslâm ahlâkını derinliğine işlemeyi ve yaşamayı konu edinen tasavvuf, bu eğitimi sağlamıştır. Başka insanları kendine tercih, merhamet,12 hönnet, hizmet, samimiyet ve tevazu gibi kavram ve haller, ahlâk eğitiminin esasını oluşturmuşlardır.
Hukukî kurallar, genellikle, bu ahlâki kuralların gerisinde emniyet süpapı vazifesini görürler. Mesela, zarara uğrayan kimse, zarar verenden hakkını almalıdır. Bu bir hukuk kuralıdır. Fakat affetmesi daha hayırlıdır. Bu ise bir ahlâk kuralıdır. Kişinin kazandığının sahibi ve maliki olmasını İslâm hukuku kabul etmiştir. Fakat bu mülkten diğer insanları da faydalandırması ahlâki bir kuraldır.
İslâm’ın insandan istediği temel özellik, güvenilir olmaktır. Bunun için, Hz. Peygamber risalet ve nübüvvetten önce de Araplarca ‘el-emîn’ (güvenilir) olarak biliniyordu.13 Yine Hz. Peygamber bu özelliğini tacir olarak da göstermişti.
Ahlaka verilen öncelik kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen özel hukuka denetleyici bir işlev yüklemiştir. Bunun sonucunda, devlet birçok alanı kişilere bırakmıştır. Devlet sadece kişilerin başaramayacakları veya kişilere bırakılmasında toplumun zararı olabilecek alanlarda etkili olmuştur. Mesela vergileme gibi, bâtılı anlamda, devletin en esaslı bir görevi, kişilerin insiyatifine bırakılabilmiştir. Müslümanlar, devlet zorlamasına ihtiyaç duymadan, zekatlarını yüzyıllardır ihtiyaç sahiplerine ödemektedirler. Böylece bazı vergilerin tahsilinde devlet aradan çekilerek, mükellefle harcama alanları karşı karşıya getirilmiştir.
Ahlaki ve ruhi derinleşme hedef alınırken hayatla ilişki kesilmemiştir. Aksine, içtimaî hayatı düzenleyici karakteriyle de, fütüvvet-ahilik-esnaf gibi, kurumlar oluşturulmuştur.
Günümüzde dünya sistemi içersinde müslümanların etken değil edilgen olmaları, İslâm ülkelerinin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri olmaları öncelikle ahlâkî bir problem gibi görünmektedir.14
E. TARİH
İslâm iktisat nazariyesini oluştururken, tarihte olup bitenleri gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Günümüze müslümanların tecrübeleri yani İslâm tarihi iyi bilinmediği için “İslâm iktisadı”na İslâm tarihi değil Batı tarihi kaynaklık etmekte ve bir tür ‘İslâm Kapitalizmi’ ortaya çıkmaktadır.
Tarihî olayları inkar etmek tehlikesinden de, ülküleştirmek tehlikesinden de, ancak onları iyice bilerek korunabiliriz. Bu çerçeve içersinde “İslâm iktisadı” uygulamalarına canlılık kazandıracak malzeme ve ipuçlarının, bir yönüyle, kaynağı tarihtir. Tarihle kurulan sıkı ilişki, geleceğe yönelen yolların geçmişteki izlerini belli edecek ve yine geleceğin zorluk ve yanlışlarına karşı hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır.
Tarih, ona teslim olmak veya kendisiyle avunmak için değil, bugünümüzü daha iyi anlamak için büyük bir tecrübe birikimi ve derin bir mukayese kaynağı olarak değerlendirilmeyi beklemektedir. Yine tarih çalışmaları sosyal bilimlerin ve iktisadın kaynağı olmakla kalmayıp entellektüel faaliyetlerin de ilk şartı gibi görünmektedir.15
YAZAR: PROF. DR. AHMED TABAKOĞLU
—————————————————————————————————————————————–
1 Kur’an’a göre, Peygamber’in konuştukları vahiyden kaynaklanmıştır (Necm, 53/3-4). Sünnetin delil olduğunu gösteren diğer ayetler arasında şunlar da hatırlatılabilir: “Peygamberin size getirdiklerini alın. Yasakladıklarını da yapmaya son verin” (Haşr, 59/7), “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. ” (Nisa, 4/81).
2″Ey iman edenler, Allah’a itaat ediniz. Resul’e ve sizden olan idarecilere de itaat ediniz. Eğer bir şey de ihtilaf ederseniz, onu Allah’a ve Resulü’ne döndürünüz. Hayırlı ve sonuç bakımından güzel olan budur. ” (Nisa, 4/59). Yorumların bu paradigma veya atıf çerçevesi içinde olması hedeflenir.
3İcmâ’m dayanakları, Kuranın ruhu ve Hz. Peygamber’in hadisleridir. Mesela; “Ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmez” (Ibn Mâce, Fiten, 8) ve “Müslümanların güzel gördüğü şey Allah yanında da güzeldir” (İbn Hanbel, I, 379) gibi hadisler müslümanların ittifaklarına verilen önemi belirtmiş ve icmâ’a dayanak teşkil etmiştir.
4″Ey basiret sahipleri itibar ediniz” (Haşr, 59/2) ayeti, kıyasa delil teşkil eden ayetlerdendir. Zira i’tibar mefhumunun içersinde kıyas manası mevcuttur. Bunun dışında kıyas, Hz. Peygamber’in ve ashabının uygulamaları ile de sabittir.
5 “Afv yolunu tut, örf ile emret, cahillere aldırma” (Araf, 7/19).
6 Halife Ömer Suriye valisinden (Muaviye veya kardeşi Yezid) malî sistemi kurmak için Bizanslı bir memur istemişti: Hamidullah, II, 1031.
7 “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” (Bakara, 2/185)
8 Mecelle, md. 26.
9 Hamidullah,II, 957.
10 Hamidullah,II, 957.
11 Süyuti, Kenzü’l ummal, 3/17, no.5225
12 “İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez”: Müslim, Fedâil, 66; “İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran”: Tirmizî, Birr, 16.îmân 8, 9, 11.
13 “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. (Asıl) muhacir de Allah’ın yasakladıklarını leıkedendir”:Buhârî, îmân 4,5, Rikak 26; Müslim, îmân 64-65. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd,Cihâd 2; Tirmizî, Kıyamet 52, îmân 12; Nesâî, îmân 8, 9, 11, “Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar o kişi de münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar” Buhârî, îmân 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim. îmân 106. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, îmân 14; Nesâî, îmân 20.
14 Kaynaklar konusunda bkz. Mecelle, 1911, 19-23; Bilmen, 1985,1; Hamidullah, 1962, 54-61; Karaman, 1964, 19-23; Aynı yazar, 1984, 110-132.
15 See, 1970, 43